20 Eylül 2008 Cumartesi

Piyango

27 Haziran sabahı, gökyüzü açık ve güneşli, sımsıcak capcanlı bir yaz günüydü; her taraf çiçek açmış, çimenler yemyeşildi. Köy halkı saat on civarında postaneyle banka arasındaki meydanda toplanmaya başladı. Bazı kasabalarda nüfus kalabalık olduğu için piyango iki gün sürerdi, bu sebeple 20 Haziranda başlayanlar vardı. Ancak yaklaşık üçyüz nüfuslu bu köyde ise, bütün piyango iki saatten az sürüyordu, öyle ki; sabahın onunda başlanmasına rağmen köylüler öğle yemeğinde evlerinde olabiliyorlardı.

Elbette, öncelikle çocuklar toplandı. Okullar henüz tatil olmuştu ve serbestlik duygusu çocukların çoğuna tam olarak yerleşmemişti; bir ara sessizce bir araya toplanıyorlar sonra şamatayla oyuna dalıyorlardı. Ve hala konuştukları şeyler öğretmenleri, kitapları ve işittikleri azarlarla ilgiliydi. Bobby Martin şimdiden ceplerini taşlarla doldurmuştu ve diğer çocuklar da en yuvarlak, en pürüzsüz taşları toplamak için onu örnek alıyorlardı. Bobby, Harry Jones ve Dickie Delacroix – köylülerin deyişiyle “Delacroy” – sonunda meydanın köşesinde topladıkları taşlardan büyük bir tepe yapmışlar, diğer erkek çocukların saldırılarına karşı savunmada bekliyorlardı. Kızlar bir kenarda durmuş, kendi aralarında konuşuyorlar ve çaktırmadan erkek çocukları seyrediyorlardı. Kimi küçük çocuklar toz içinde yuvarlanıyor, kimileri de abla ya da ağabeylerinin ellerini sımsıkı tutuyorlardı.

Biraz sonra, babalar çocuklarına göz gezdirip hasattan ve yağmurdan, traktörlerden ve vergilerden konuşarak toplaşmaya başladırlar.Köşedeki taş yığınından uzakta sessizce şakalaşarak ve sesli sesli gülmektense hafifçe tebessüm ederek beklemeye koyuldular. Kadınlar da günlük paspal giysileriyle erkeklerden hemen sonra geldiler. Birbirilerini selamladılar ve kocalarının yanına gidinceye kadar son dedikoduları birbirlerine aktardılar. Az sonra kocalarının yanındaydılar ve çocuklarına sesleniyorlardı. Çocuklar dört beş kez çağrıldıktan sonra, gönülsüzce annelerinin yanına gittiler. Bobby Martin annesinin elinden sıyrılıp gülerek taş yığınının arkasına doğru koştu. Babası öfkeyle bağırınca çabucak gelip ağabeyiyle babasının arasındaki yerini aldı.

Piyango –Meydan Dansları, Gençlik Kulübü ve Cadılar Bayramı’nda olduğu gibi– sosyal aktivitelere ayıracak zamanı ve enerjisi bol olan Bay Summers tarafından yönetiliyordu. Yuvarlak yüzlü, neşeli bir adamdı, kömür işiyle uğraşıyordu ve insanlar, karısı cadalozun teki olduğu için ve hiç çocuğu olmadığı için ona acıyorlardı. Elindeki siyah tahta kutuyla meydana geldiğinde, köylüler kendi aralarında mırmır bir şeyler konuşmaktaydılar, el salladı ve “Geciktim, kusura bakmayın.” dedi. Postacı Bay Graves üç bacaklı sandalyeyi taşıyarak peşinden geldi, sandalyeyi meydanın orta yerine bıraktı ve Bay Summers siyah kutuyu üstüne koydu. Köylüler sandalye ile aralarına mesafe koydular. Bay Summers “Birileri bana yardım edebilecek mi?” diye seslendiğinde dahi mesafeyi koruyorlardı. Bay Summers kutunun içindeki kağıtları karıştırırken Bay Martin ve en büyük oğlu Baxter kutuyu tutmak için geldiler.

Piyangonun orijinal parçaları uzun zamandır kayıptı ve şu an sandalye üstünde duran bu siyah kutu köyün en yaşlısı İhtiyar Warner’ın doğumundan çok önceden beri kullanılmaktaydı. Bay Summers yeni bir kutu yapmak gerektiğini sık sık tekrarlasa da hiç kimse siyah kutunun temsil ettiği geleneğin zerre kadar bozulmasını istemiyordu. Söylenceye göre; bu kutu, köyü ilk kuranların kullandığı bir önceki kutunun parçalarından yapılmıştı. Her yıl piyango sonrası, Bay Summers yeni bir kutu yapma işini gündeme getirir ancak her yıl bu konu hiç kimse bir şey yapmadan unutulur giderdi. Siyah kutu her yıl daha da dökülmekteydi; artık simsiyah değil, bir tarafı iyice parçalanmış, alttan tahtanın kendi rengi görünmeye başlamıştı, kimi yerleri de leke içindeydi.

Bay Martin ve oğlu Baxter kutuyu tutarken Bay Summers da eliyle kağıtları bir güzel karıştırdı. Geleneklerin çoğu unutulduğu ya da terk edildiği için Bay Summers eskiden kullanılan tahta çöpler yerine kağıt parçalarının kullanılmasını sağlamayı başarmıştı. Bay Summers, köy küçükken tahta çöpleri kullanmanın bir sakıncası olmadığını ancak artık nüfusu üçyüzü aşan ve giderek büyüyen bu köyde tahta kutuya daha rahat sığabilecek şeyler kullanılması gerektiğini savunuyordu. Piyangodan önceki gece, Bay Summers ve Bay Graves kağıt parçalarını hazırlayıp kutuya koymuş ve kutuyu da ertesi sabah meydana getirinceye kadar Bay Summers’ın kömür şirketinde kilitli tutmuşlardı. Diğer zamanlarda kutu kah orada kah burada saklanırdı; bir yıl Bay Grave’in ahırında kalmış, bir başka yılı postanede ayak altında geçirmişti, bazı zamanlar da Martin’in bakkal dükkanındaki bir rafa bırakılırdı.

Bay Summers’ın çekilişi başlatmasından önce yerine getirilmesi gereken bir sürü şey vardı. Listeler hazırlanmalıydı ve her bir evin nüfusu, aile reisleri ile aile büyükleri belirlenmeliydi.Daha Bay Summers çekiliş memuru olarak, postacı tarafından yemin ettirilecekti; bazılarının anımsadığına göre; bir keresinde çekiliş memuru bir şarkı söylemişti, her yıl adetten olduğu için ahenksizce söylenen bir ilahiydi bu, bazıları bu şarkıyı söylerken çekiliş memurunun ayakta durması gerektiğine inanıyorlardı, bazılarıysa insanların arasında dolaşması gerektiğine ama uzun yıllar önce törenin bu bölümü geçiştirilmiş ve terk edilmişti.

Ayrıca çekiliş memurunun kutuya gelen her insana ayrı ayrı hitap etmesi gibi bir rituel de zamanla değişti ve şimdilerde, memurun çekiliş sırası gelenle konuşması yeterli görülüyordu; bir eli siyah kutunun üzerinde umursamaz ifadeyle duran, tertemiz beyaz gömlekli ve kot pantolonlu Bay Summers bu işlerde çok iyiydi. Bay Graves ve Martinlere durmaksının bir şeyler anlatırken çok önemli ve bu işe uygun biri olarak görünüyordu.

Bay Summers konuşmasını bırakarak topluca bekleyen köylülere dönmüştü ki; Bazen Hutchinson kazağı omuzlarından düşmüş bir şekilde aceleyle meydana geldi ve kalabalığın arkalarında bir yerlerde yerini aldı. Yanıbaşında duran Bayan Delacroix’a “Hangi gün oladuğunu tamamen unutmuşum” dedi ve ikisi de yavaşça güldüler. “Benim adam arkada odun yığıyor sanıyordum” diye devam etti Bayan Hutcinson, “Sonra pencereden baktım ki çocuklar gitmiş, ayın 27 si olduğunu anımsadım birden, koşup geldim.” Ellerini önlüğüne sildi. Bayan Delacroix “Sen vaktinde geldin, onlar hala orada konuşup duruyorlar” dedi.

Bayan Hutchinson kafasını uzatıp kalabalığa doğru baktı ve kocasıyla çocuklarını öne doğru bir yerlerde gördü. Bayan Delacroix’nın omzuna dokundu ve veda etti, kalabalığın arasından yol bulmaya çalıştı. İnsanlar ona yol vermek için kenara çekildi, iki-üç kişi diğerlerinin duyacağı şekilde “Senin hanım da geldi Hutchinson”, “Bill, sonunda yetişti” dediler. Bayan Hutchinson kocasına yetişti ve onu bekleyen Bay Summers da neşeyle “Neredeyse sensiz başlayacağımızı düşünüyordum Tessie” dedi. Bayan Hutchinson sırıtarak “Tabakları bulaşık bırakamazdım, değil mi Joe?” dedi. Kalabalıktan cılız kahkahalar yükseldi ve Bayan Hutchinson’ın varışından sonra insanlar eski yerlerine döndüler.

“Hadi, şimdi” dedi Bay Summers ciddi bir şekilde, “Şunu bitirelim de işimize gücümüze dönelim artık.

Herkes burada mı?”“Dunbar” dedi birkaç kişi, “Dunbar. Dunbar”

Bay Summers listesini kontrol etti, “Clyde Dunbar” dedi, “Oh! Evet, onun bacağı kırıktı, değil mi? Onun yerine kim çekiyor?”

“Sanırım ben” dedi bir kadın ve Bay Summers dönüp kadına baktı. “Kadın kocası için çekiyor” dedi. Bay Summers “Senin yerine çekecek yetişkin bir oğlun yok mu Janey?” diye sordu. Aslında köydeki herkes gibi Bay Summers da yanıtı gayet iyi biliyordu ama bu soruları sormak çekiliş memurunun yapması gereken görevlerden biriydi. Bay Summers büyük bir kibarlıkla Bayan Dunbar’ın yanıtını dinlemeye başladı.

“Horace, daha altısına girmedi” dedi Bayan Dunbar üzüntüyle. Sanırım bu yıl kocamın yerini ben doldurmalıyım”

Bay Summers “Peki” dedi. Elindeki listeye bir iki not aldı. Sonra “Bu yıl Genç Watson mı çekecek?” diye sordu.

Kalabalığın içinden uzun boylu bir genç el kaldırdı. “Buradayım” dedi. “Annem ve benim için çekeceğim”. Gergin bir şekilde gözlerini kırpıştırdı ve kalabalığın arasından yükselen “Aferin Jack”, “Annenin yerine çektiğini görmek harika” sesleriyle başını önüne eğdi.

“Şey” dedi Bay Summers, “Herkes hazır mı? İhtiyar Warner da?..

”“Buradayım” dedi bir ses ve Bay Summers başıyla onayladı.

Bay Summers boğazını temizleyip listeye baktı, kalabalığa bir sessizlik çöktü. “Hazır mıyız?” diye seslendi, “Şimdi isimleri okuyacağım –öncelikle aile reislerinin isimlerini– ve erkekler gelip kutudan bir kağıt çekecek. Herkes bitinceye kadar elinizdeki kağıtlara bakmayacaksınız. Anlaşıldı mı?

”Köy halkı bu işi o kadar çok yapmıştı ki talimatları yarım kulakla dinlediler. Çoğu sessizdi; dudaklarını ıslatıyor, etrafa bakmıyorlardı. Sonra Bay Summers elini kaldırdı ve “Adams” diye seslendi. Bir adam kalabalıktan sıyrılıp öne çıktı. “Selam Steve” dedi Bay Summers ve Selam Joe” diye yanıtladı Bay Adamas. İkisi de birbirine gergin bir şekilde gülümsedi. Daha sonra Bay Adams siyah kutuya uzandı ve katlanmış bir kağıt parçasını eline aldı, köşesinden sıkıca tutarak aceleyle kalabalıktaki yerine geçti, ailesinden biraz uzakta duruyor ve elindekine hiç bakmıyordu.
“Allen” diye seslendi Bay Summers. “Anderson… Bentham…”

“İki piyango arasında pek bir zaman geçmemiş gibi geliyor artık dedi Bayan Delacroix arkasındaki Bayan Grave’e. “Sanki en sonuncuyu geçen hafta yapmışız gibi…”

“Zaman gerçekten de çok çabuk geçiyor” dedi Bayan Graves.“Clark… Delacroix”

“İşte kocam da gidiyor” dedi Bayan Delacroix. Kocası ilerlerken nefesini tutuyordu.

“Dunbar” diye seslendi Bay Summers. Oradaki kadınlardan biri “Haydi Janey” bir diğeri de “İşte orada, gidiyor” diye bağırırken Bayan Dunbar kutuya doğru yöneldi.

“Sıra bize geliyor” dedi Bayan Graves, Bay Graves’in kutunun kenarından dolaşarak ciddiyetle Bay Summers’ı selamlamasını, sonra da kutudan kağıt parçasını çekişini izledi. Şu ana kadar kalabalığın içinde, kocaman ellerinde minicik kağıt parçalarını sımsıkı tutarak gergin bir şekilde çevirip duran erkekler vardı. Bayan Dunbar ve iki oğlu bir aradaydı ve kağıt parçasını Bayan Dunbar tutuyordu.

“Harburt… Hutchinson”

“Çık ortaya Bill” dedi Bayan Hutchinson ve yakınındaki insanlar gülüştüler.

“Jones”

Yanıbaşındaki İhtiyar Warner’a dönerek; “Diyorlar ki” diye söze başladı Bay Adams, “Kuzeydeki köyde piyangoyu bırakmayı düşünyorlarmış.”


İhtiyar Warner burnundan soluyarak “Bir avuç aptal” dedi. “Gençlere kalırsa, hiçbir şeyin değeri yok. Gün gelecek mağaralarda yaşamaya başlayacaklar, kimseler çalışmayacak, öyle mal gibi yaşayıp gidecekler. Bilir misin, ‘piyango haziranda, mısır hasatı yolda’ denirdi, sonra haşlanmış sıçankulağıyla meşe palamudu yerdik. Piyango hep vardı” diye öfkelendi. “Genç Joe Summers’ın burada elalemle şakalaşması da yeterince iğrenç” dedi.

“Bazı yerlerde piyangoyu çoktan bıraktılar” dedi Bay Adams.

“Çok mu zormuş?” dedi İhtiyar Warner, “Bir avuç aptal”

“Martin.”Bobby Martin babasının öne çıkmasını izledi.

“Overdyke… Percy.”

“Acele etseler bari” dedi Bayan Dunbar oğluna “Acele ediverseler”

“Neredeyse bitti bitecek” dedi oğlu.

“Koşup babana haber vermeye hazırlan” dedi Bayan Dunbar.Bay Summers kendi ismini söyleyerek bir adım öne çıktı ve kutudan bir kağıt çekti.

Sonra “Warner” diye seslendi.Kalabalıktan sıyrılırken “Çekilişte yetmişyedinci yılım” dedi İhtiyar Warner, “Yetmişyedinci kez…”

“Watson”

Uzun boylu delikanlı kalabalıktan ayrıldı. Biri “Endişelenme Jack” dedi. Bay Summers da zamanını iyi kullan evlat” dedi.

“Zanini”

Bundan sonra Bay Summers elindeki kağıt parçasını havaya kaldırıp

“Tamam arkadaşlar” deyinceye kadar, hiçbir soluğun duyulmadığı uzun bir sessizlik oldu. Bir süre hiç kimse kımıldamadı, sonra bütün kağıtlar aynı anda açılmaya başlandı. Bütün kadınlar bir anda konuşmaya başladılar. “Kimmiş?” “Kimdeymiş?” “Watsonlar’da mı?”. Sonra “Hutchinsonlar2da. Bill…”

“Bill Hutchinson’da” sesleri yükseldi.

Bayan Dunbar büyük oğluna “Koş haydi, babana haber ver” dedi.

İnsanlar Hutchinson’ları görebilmek için etraflarına bakmaya başladılar. Bill Hutchinson sessizce duruyor, elindeki kağıda bakıyordu. Tessie Hutchinson birden bire Bay Summers’a bağırdı. “Ona istediği kağıdı çekmeye yetecek kadar zaman vermedin. Seni gördüm adil değil bu!”

“Mızıkçılık yapma” diye seslendi Bayan Delacroix. Bayan Graves “Hepimizin şansı eşitti” diye ekledi. “Kapa çeneni Tessie” dedi Bay Hutchinson.

“Evet arkadaşlar” dedi Bay summers, “Çabucak halloldu, elimizi bir parça daha çabuk tutarsak zamanında bitirmiş olacağız”. Elindeki listeyi gözden geçirip “Bill” dedi. Hutchinson ailesi için sen çekeceksin. Ailenin başka bireyleri var mı?”

“Don ve Eva var” dedi Tessie. “Onlar da şanslarını denesinler”

“Kızlar kocalarının ailesiyle çekilişe girerler Tessie” dedi Bay Summers bütün kibarlığıyla, “Buradaki herkes gibi bunu sen de biliyorsun”

“Haksızlık bu!” dedi Tessie.“Başkaca kimse yok, Joe” dedi Bill Hutchinson üzülerek, “Kızım kocasının ailesiyle katılıyor, bu doğru. Başka da yakınım yok”

“Öyleyse, ailenin tamamı için çekecek kişi sensin” diye açıkladı Bay Summers, “Sizin hane için çekecek olan da, değil mi?..”

“Öyle” dedi Bay Hutchinson, “Kaç çocuğun var Bill” diye sordu Bay Summers formaliteden.“Üç” dedi Bay Hutchinson, “Bill Jr ve Nancy var. Bir de küçük Dave. Tessie’yle de ben…”

“Tamam öyleyse” dedi Bay Summers. “Harry kağıtları geri topladın mı?”

Bay Graves onayladı ve kağıtları yukarı kaldırdı. “O halde, kutuya koy onları” dedi Bay Summers. “Bill’inkini de alıp içine at.”

“Yeniden başlamalıyız” dedi Bayan Hutchinson sessiz olabildiği kadar.

“Adil değil, biliyorum. Yeterince zaman tanımadın, bunu herkes gördü!”

Bay Graves beş tane kağıt parçası seçti, kutuya koydu ve diğer kağıtları rastgele dışarı fırlattı, kağıtlar meltemin etkisiyle oradan oraya uçuştu.

“Hey millet, dinleyin!” diye söylendi Bayan Hutchinson yanındakilere.

“Hazır mısın Bill” diye sordu Bay Summers ve Bayan Hutchinson yanındaki karısı ve çocuklarına bir bakış atıp başıyla onayladı.

“Unutmayın” dedi Bay Summers, “hepiniz çekme işi bitinceye kadar kağıtları elinizde tutup açmayacaksınız.. Harry, sen küçük Dave’e yardım et.” Bay Graves küçük çocuğun elinden tuttu, çocuk hevesli bir şekilde onunla kutuya gitti. “Kutudan bir kağıt çek, Davy” dedi Bay Summers. Davy elini kutuya daldırıp güldü. “Sadece bir tane çekeceksin” dedi Bay Summers, “Harry, küçük için kağıdı sen tutuver”. Bay Graves çocuğun elini tuttu ve sıkı sıkı kapattığı avcundan kağıdı aldı. Dave hemen yanında durdu ve onu meraklı gözlerle süzdü.

“Sıra Nancy’de” dedi Bay Summers. Nancy oniki yaşındaydı ve eteğini salıyarak öne çıktığında arkadaşları nefeslerini tuttular. Nancy zarif bir şekilde kutudan bir kağıt çekti. “Bill ve Jr” dedi Bay Summers. Kıpkırmızı yüzlü, kocaman ayaklı Billy kağıdını çekerken neredeyse kutuyu devirecekti.

“Tessie” diye seslendi Bay Summers. Bayan Hutchinson birkaç dakika durakladı, çevresine meydan okuyarak baktı ve dudaklarını büzüp kutuya doğru gitti. Hızla bir kağıt çekti ve arkasında sakladı

"Bill” dedi Bay Summers ve Bill Hutchinson kutuya elini daldırdı, bir süre bekledi, sonra bir kağıtla beraber elini dışarı çekti.

Kalabalık sessizdi. Bir kız, “Umarım Nancy değildir” diye fısıldadı, sesi kalabalığın öbür ucuna dek uzandı.

“İşler eskisi gibi değil artık” dedi İhtiyar Warner açık açık, “İnsanlar da eskisi gibi değil.”

“Pekala” dedi Bay Summers, “Kağıtları açın. Harry sen de küçük Dave’inkini aç”

Bay Graves kağıdı açtı ve kalabalığa gösterdi, kağıdın boş olduğunu gören kalabalık rahat bir nefes aldı. Nancy ve Bill Jr da kağıtlarını aynı anda açtılar. İkisinin de yüzü aydınlandı ve kağıtlarını başlarının üstünde kaldırarak kalabalığa doğru gülümsediler.“Tessie” dedi Bay Summers. Sessizlik oldu ve Bay Summers Bay Hutchinson’a baktı. Bill kağıdını açıp kalabalığa gösterdi. Kağıt boştu.

“Tessie’ymiş!” dedi Bay Summers sessizce,

“Kağıdı göster Bill”

Bill Hutchinson karısının yanına gitti, elindeki kağıdı zorla aldı. Kağıtta siyah bir iz vardı, önceki gece Bay Summers’ın kömür şirketinin ofisinde sert bir kalemle yaptığı bir izdi bu. Bill Hutchinson kağıdı yukarı kaldırınca kalabalıkta bir hareketlenme oldu.“Peki millet!” dedi Bay Summers,

“Çabucak bitirelim şu işi”Köylüler bazı rituelleri unutmuş, orijinal siyah kutuyu kaybetmiş olmalarına rağmen taşların nasıl kullanıldığını iyi anımsıyorlardı. Çocukların erkenden yığdığı taşlar hazır bekliyordu; az önce kutudan çıkan taşlar yerlerdeki taşların üstündeydi. Bayan Delacroix iki eliyle ancak kaldırabildiği bir taş almış,

Bayan Dunbar’a “Haydi!” diyordu, “Haydi, çabuk ol!”Bayan Dunbar iki elini küçük taşlarla doldurmuş, nefes nefese “İmkanı yok, koşamam. Sen önden git ben sana yetişirim” diyordu.Çocuklar taşlarını çoktan hazırlamışlardı. Birileri küçük Dave Hutchinson’ın eline birkaç çakıl taşı tutuşturdu.Tessie Hutchinson orta yerde kalakalmıştı ve köylüler başına üşüşmeden ellerini çaresizce kaldırıp “Haksızlık bu!” diyebilmişti. Kafasının yan tarafına bir taş isabet etti. İhtiyar Warner “Haydi, haydi gelin millet” diye bağırıyordu. Steve Adams kalabalığın önündeydi, Grave de hemen yanındaydı.“Haksızlık bu, bir yanlışlık var” diye bağırdı Bayan Hutchinson ve o anda herkes üstüne çullandı.

Shirley Jackson

14 Eylül 2008 Pazar

Bir Ayrılığın Anatomisi

İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır" der Dostoyevski...Veda acısı, kabuğunu soyar insanın; yaldızını kazıyıp çırılçıplak ortaya serer.Birlikteliğin örttüğü tüm kusurları, ayrılık sergiler.Sanırım troyka ile Derviş için de öyle oldu.Bir ayrılık arifesinde helalleştiler ve o an hakiki tabiatlarıyla yüzleştiler.O mağrur "Birimiz hepimiz için" kan kardeşliğinin çatlaklarından, mahrem yaralar, saklı kuşkular, gemlenmez hırslar köpürdü.
* * *
Bu siyasal boşanmada, bir ayrılık sürecinin bütün heyelanı, hüsranı, hicranı gizliydi.Gündelik hayatta da öyle değil midir?"Ölene kadar" diye söz verilmiştir, ama "ölüm yolunda" başka tercihler belirmiştir.Kararsız prensesin vicdanı azap çekerken 7 cücelerin somurtkanı "Aklını başına al" diye fısıldar kulağına; haytası ise "Kalbinin sesini dinle" diye çekiştirir eteğinden...Hep hayran bakan gözlere, hatalar takılmaya başlar."Ama"yla biter alelade iltifat cümleleri:"Sen iyi bir insansın, ama arkadaşların kötü", "Seni seviyorum, ama bu ilişkide mutlu değilim", "Ben başka türlü bir beraberlik düşlemiştim" vs.. vs...Sonra gelsin uykusuz geceler...bir türlü karar verememeler...ruhen gidip gelmeler..."Hele biraz daha zaman geçsin" diye nikah ertelemeler...Birlikteymiş gibi yaparken, sevecek başka yüzler, yüzecek başka denizler kollamalar..."Aslında bütün bunlar bizim iyiliğimiz için"e kendini inandırmalar...
* * *
Sonrası hep aynı:Bekleyenin "Hani sonbaharda buluşacaktık. Hazan geldi geçti, sen gelmez oldun" sızlanmaları...Bekletenin "Geliyorum az kaldı" oyalamaları...Bittiğini bile bile işi uzatmalar; söyleyemedikçe hepten batağa saplanmalar...Terke makul bir gerekçe ararken hepten çarşafa dolanmalar...Veda konuşmasında süslü iltifat cümlelerinin arasına, o cümleleri hiçleştiren mayınlar serpiştirmeler...Üzgün görünmeler... bağış dilenmeler... "...ama kaçınılmazdı" demeler..."Sözünden caydın" yakınmalarını "Sen de eski sen değilsin. Değişmişsin" diye göğüslemeler...... asıl kendinin değiştiğini bilmezden gelmeler...Ve son sahne:Terk edenin o mahcup "Gönlüm başkasında" itirafına karşılık terk edilenin kırık çalımı:"Uğurlar olsun! Ben yoluma devam ediyorum".
* * *
Ecevit’ten de aynı şekilde ayrılmamış mıydı Derviş?İhanetler böyledir:ilki, bir yenisine gebedir; ikincisi daha az acı verir.Ondan sonra dur durak yoktur:Güvenilmez aşık, sevdikçe kıran, gezdikçe ardında bir kırık kalpler mezarlığı bırakan biçare dervişe döner.Artık acılara hapsolmuştur:Buluşmak istedikçe ayrılacak, birleşmeye çalıştıkça parçalanacak, sonunda terk ettiklerinin "ah"ı tutup terk edildiğinde mukadder yalnızlığına kapanacaktır.

Can DÜNDAR

Ah Sarıkamış Ah

SARIKAMIŞ AH SARIKAMIŞ

Rus kafkas ordusu Kurmay Başkanvekili Dük Alekssandroviç Pietroviç, elindeki dürbünü gözlerinden çekemedi, bıraktı adeta ve bağırdı:

-Delirmiş bu Türkler, delirmiş...Böylesi açık hedef olunur mu?Türkler gibi asker yoktur, doğru ama, bu ne acemilik, bu ne akılsızlık...Mevzilenmeye ihtiyaç duymadan, açık hedef olmuşlar....

Yıllardan 1914’tür, günlerden 23 Aralık Cuma..Bizim cepheden ateş açılmaz..Ruslar yürürler..

Binbaşı Mustafa Nihat, Enver ve Hafız Hakkı Paşalar’dan aldığı emrin akıl işi olmadığını bilir de, ağzını açmaz...Türk’ün askerlik namusu, itiraz kelimesini silmiş lügatinden..Sarıkamış’ı iki gece evvel işgal etmişiz.Kolordumuz erimiş...Ve karşı saldırı sonucu çekilmişiz.Mustaf Nihat Bey ve emrindeki 79 kahraman dörtyüzmetrelik measfeyi sekiz saatte alırlar.Hedefe vardıkları zaman artık 18 kişidirler.Mevzilenmek isterler, nasip olmaz.Olmamıştır herhalde ki gece yerini sabah ışıklarına terk ettiği zaman Rus Kurmay Başkanı Pietroviç şakınlık içinde önce ateş emri verir.Sonra eline almıştır dürbününü.Dünya tarihinin görmediği sahneye işte o zaman şahit olur.

İlk sırada diz çökmüş beş kahraman.Omuz çukurlarında yuvalanmış mavzerleri ile nişan almışlar.Tetiğe asılmak üzereler.Asılamamışlar.Kaputa yakaları Allah’ın rahmetini o civan delikanlıların vücuduna akıtmak istercesine , semaya dikilmiş, kaskatı...Hele bıyıkları, hele bıyık ve sakalları...herbiri birer fütühat oku misillü dimdik...Ve gözleri.Dinmiş olmasına rağmen, kahredici tipinin bile örtüp gizleyip kapatamadığı gözleri.. Hepsi açık. Tabiata, başkumandana, karşıdaki düşmana ve kadere isyan eden, ama Allah’ına teslimiyetle bakan gözleri, açık.Vallahi açık, açık..

İkinci sırada bir manzar ki, hiçbir heykeltraş eşini yaratmaya muvaffak olmamaış.Başları korkutucu katılıkta semaya dönük, bilekleri üzerinde kümelenen kar’a rağmen, güçlerini dile getiren, sağrılarındaki fişek sandıklarını debelenip yere atmağa tenezzül etmemiş iki katırın başındaki altı esatir güzeli Mehmet... Sandıkları bir avuçlamışlar ki, kainatı biz o hırsla avuçlayıvermişizdir.Öylesine kaskatı kesilmişler...

Ve sağ başta Binbaşı Mustafa Nihat.... Ayakta.Yarabbi bu bir ayakta duruştur ki, düşmanı da, kindarı da, mel’unu da Allah’a sığındıkları günkü çaresizlik içinde yere çökertiş velvelesi halinde.. Belindeki fişekliklerinin o kurban olunası çıkıntılarını örtüp yok etmeğe, gece düşen tipi bile razı olmamış.Boynundaki dürbünü sol eli ile kavramış, Havada kalmış kal’a sancağı gibi...Diğer eli, belli ki semaya kalkıp rahmet dilerken öylesine donmuş...Hayrettir, başı açık,Gür kara saçları beyaza bulanmış...

Moskova’da Krasnaya Bulvarı’ndaki askeri Müzede Kurmay Başkanı Pietroviç’in karargahına gönderdiği rapor, hıçkırıklı bir ağıt gibidir:

”Allahü Ekber dağlarındaki son Türk müfrezesini teslim alamadım.Bizden çok evvel Allahları’na teslim olmuşlardı. 24.12.1914”

12 Eylül 2008 Cuma

Şemdinli'yi Bilen Var Mı?

Bu yazıyı kaleme alan Oktay Yıldırım, Astsubay rütbesiyle Orduya katılmış, Güneydoğu'da yıllarca çarpışmış yiğit ve kahraman bir Türk oğludur. Kendisi de güneydoğu gazilerinden olan ve üsteğmen rütbesinde iken ordudan ayrılan Hakan Evrensel'in "Yer Eksi İki" adlı romanında anlattığı gerçek kahramanlardan biridir.Görevi gereği yerinden ayrılmadan saatlerce buzlu suda kaldığından ayaklarından sakatlanmış ve zorunlu olarak malulen emekli edilmiştir. Kendisiyle ilgili bu bilgiyi de Hakan Evrensel vermiştir; çünkü övünmeyi ve yaptıklarını anlatmayı sevmeyen yüksek bir karaktere sahiptir. Halen yürüme güçlüğü çekmektedir.Yazıları Yeni Hayat dergisinde yayımlanmaktadır. Aşağıdaki yazısı Yeni Hayat Dergisinde yer alan bir yazıdır.

ŞEMDİNLİYİ BİLEN VAR MI? / Oktay YILDIRIM

Şemdinliyi bileniniz var mı? Hiç gitmişliğiniz, Otuz iki virajları aşıp, Kaymakam çeşmenin soğuk suyunu hiç içmişliğiniz var mı? Her sabah uyandığınızda size merhaba diyen Efkâr tepeyi, Gomane tepeyi gezdiniz mi karış, karış?

Mayına basan aracın içinden, tam on dört metre uzağa fırlayan bir arkadaşınız oldu mu sizin? Yenge vallahi az önce yanımda oturuyordu, şimdi dışarı çıktı diye yalan söylediniz mi karısına?

Dükkânına girip alışveriş yaptınız mı bir esnafın?

Gomane tepenin zirvesinden, içinde eşinizin, çocuğunuzun bulunduğu lojmana doğru yanarak gidip evinizin duvarında patlayan RPG-7leri izlediniz mi siz?

Ama yine de bulunduğunuz görev yerini terk etmeden, acaba öldüler mi, yaralandılar mı, diye sabaha kadar hiçbir haber alamadan beklediniz mi? Ben bu insanlar rahat uyusun diye buradayım, ama neden benim aileme saldırıyorlar diye düşündünüz mü hiç.

Evinizin roketlendiği mahalleden ve hatta roketin atıldığı, makineli tüfeğin yanı başında çalıştığı evin sakinlerinden, vallahi biz bir şey görmedik dediklerini duydunuz mu kulaklarınızla?

Her şeye rağmen deyip görevinize devam ettiniz mi? O patlamalardan dolayı yıllardır psikolojik tedavi gören bir çocuğunuz veya çocuğu bu yüzden tedavi gören bir tanıdığınız oldu mu? Hiç böyle bir babanın veya Annenin yüz ifadesini gördünüz mü?

Tabancanızı evinizde bırakıp bir şey olursa, eve girmeye çalışırlarsa gerekeni yap, son iki mermiyi de kendinize ayır, ellerine sağ geçme diyerek her defasında eşinizle helalleşip çıktınız mı evden, ya da böyle bir tanıdığınız oldu mu?

Sürekli telsiz anonslarını dinlediği için, ilk kurduğu cümle atışlar normal olan bir çocuğunuz oldu mu sizin?

Lojmanın emniyetini sağlayan silahlı nöbetçilerin yanında mı oynadı çocuklarınız ve uzaktan dahi gelse, her silah sesinde o çocukların evlere, mevzilere nasıl koşturduğunu, koşarken düşenlerin nasıl yerlerde sürüklendiğini, nasıl hıçkırarak ağladıklarını gördünüz mü hiç?

Bu gün yaşanan olayların, ilk olduğunu mu sanıyorsunuz?

Bunları yapmadı ve yaşamadıysanız eğer, orası hakkında bildiklerinizin hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur efendiler. Affedersiniz bu kadar net konuşmak istemezdim ama ne yazık ki sabrım tükendi artık.

Siz oturduğunuz ceylan derisi koltuklarda belki farkında değilsiniz, belki de umurunuzda değil ama orada görev yapan insanların öncelik sıralarında, ailelerinden önce vatanları geliyor, yeminleri geliyor. İşte bu yüzden mevzilerini terk edip ailelerinin yanına koşmuyorlar. Biz de onun için koşmadık zamanında görevimizi bırakarak. Yüreğimiz titreyerek bekledik ama görevimizin başında, dağda, hudutta bekledik efendiler, görevimiz bitene kadar bekledik.

Bu insanlar tüm bunlara vatanları için, üstüne el koyup yemin ettikleri bayrakları için katlanıyorlar, sizin başınızın üzerindeki, ama nasıl sağlandığını bile bilmediğiniz egemenlik örtüsünün bekası için katlanıyorlar.

Peki, onlar bu şartlar altında görev yaparken siz veya sizden öncekiler bu fedakârlıklara liyakat gösterebilmek için, geçmişte ne yaptınız, Şimdi ne yapıyorsunuz?

Anıtlaştırılan terörist mezarlarının hesabını mı soruyorsunuz?

O cenaze araçlarının görevlendirme emrinde kimlerin imzasının olduğunu mu araştırdınız?

Başbakana güç gösterisi yaparak uçaklardan ve validen hoşlanmadık, ayrıca dağdakilerden vazgeçmeyiz diyenlere mi hesap sordunuz yoksa?

Ya bütün kutsal değerlerimize söverek ayaklanan kalabalıklar, onlara devletin varlığını mı hissettirdiniz?

Baldırı çıplak peşmergelerden tutun da, Danimarkalısından, Hollandalısından, Rumundan duyduğunuz her türlü hakaret ve aşağılamaya cevap mı verdiniz?

Roj TV muhabirlerinin nasıl olup ta olaylardan 3 dakika sonra canlı yayın yaptığını mı buldunuz?

Bir el bombasının nasıl olup ta o kadar hasar meydana getirdiğini mi, Almanya ile yapılan telefon konuşmasını mı, o kalabalığın nasıl bir anda örgütlendiğini mi, araştırdınız?

Arabası parçalanarak yakıldıktan sonra, şerefsizce ve insafsızca dövülerek komaya sokulan uzman çavuşu mu, evi kurşunlanan polisi mi, okulunda tartaklanıp kovalanan asker çocuklarını mı, araştırdınız?

Bütün bu eylemleri kimin planladığını ya da organizasyonu kimin veya kimlerin yaptığını mı, o gün halkı sürüsünü idare eden bir çoban maharetiyle kimlerin idare ettiğini mi araştırdınız?

Hayır, bunların hiçbirisini yapmadınız. Siz ne yaptınız peki?

Sizin farkında bile olmadığınız değerler için orada görev yapan bir astsubay ve bir uzman çavuş bulup, sonra bütün aydıncıklar, sağduyucular, mozaikçiler, üst kimliği, yan kimliği, alt kimliği olanlar ve hatta kimliksizler, sonra dalkavuklar, sendikacılar, susurluk paranoidleri, Soroscular, hülasa ne idüğü belirsiz, ne kadar adam varsa etrafınızda, bila istisna topunuz bir koro nizamında toplanıp, koroyu kimin yönettiğine bile bakmadan-ki ben bundan emin değilim- Vurun Kahpeye konseri verdiniz.

Yanlış şarkıyı çalıyordunuz ama çaldınız, sesler, akortlar, notalar hep bozuktu ama yinede çaldınız, orkestra şefi, müzik demişti nasılsa.

Şimdi yapılan araştırmalar neticesinde şu anda bile kuvvetle muhtemel olan sonuç çıkarsa ki bu sonuç, olayların altından terör örgütü ve onunla beraber bazı gizli servislerin çıkmasından doğacak sonuçtur, o vakit ne yapacaksınız?

Allanıp pullanıp önüne çıkarak tek, tek arzı endam ettiğiniz o basına(!) bu defa ne söyleyeceksiniz? Acaba yapacağınız hangi açıklama ile durumu kurtarmaya çalışacaksınız?

Bir açıklamanız var mı efendiler? Daha doğrusu bir B planınız var mı?

Ama bana sorarsanız, sizin minik kafalarınızı böyle şeylerle yormanıza gerek de yok zaten. Zira sizin adınıza orkestra şefi düşünür, besteler, önünüze koyar ve size de yine icra-i sanat etmek kalır ki bu, yani başkalarının bestelerini okumak zaten sizin en iyi yaptığınız şey değil midir? Ne demişler gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım

Yapın efendiler; vazifenizi yapın, hem de gözünüz kapalı yapın. Açarsanız gözünüzü belki Türk Bayrağına sarılı tabutları görürsünüz, ağlayan ailelerini, yetim çocuklarını görürsünüz de vicdanınız depreşir, vazifeniz yarım kalır. Sonra ne der Avrupalı, değil mi?

Hatta bakın ne diyeceğim, asın gitsin o astsubayla uzman çavuşu, Şemdinliyi, Yüksekovayı, Hakkâriyi de belediye başkanlarına teslim edin, seçilmiştir nihayet atanmış değil. Öyle Valiye filan da gerek yok canım, boşa zahmet. Tayin et, beğenmediler değiştir, ne lüzum var efendim. Siz de bu arada sanatsal sergiler açın, fotoğraf çekin, resim yapın, medeniyetleri buluşturun, dinlere diyalog kurdurun.

Değil mi ki ateş düştüğü yeri yakar. Ateş sizin yüreğinize mi düştü sanki? Bölen bölsün, satan satsın, Avşarı da ayırsınlar, Yörüğü de ayırsınlar, dadaşı da, sarışını da, esmeri de.

Şehirleri, köyleri, mahalleleri hatta ev ev ayırsınlar Türk Milletini, size ne gam efendiler. Siz fotoğraf çekmeye devam edin. Fakat unutmayın ki bir gün sizin de bir fotoğrafınızı çeken çıkar elbet. Ama o fotoğraf hangi salonlarda, nasıl teşhir edilir bilemem.

Malum ya yaşlı tarih fotoğrafları çekilip, tozlu sayfalarında bir yerlere asılmış liderlerin, fotoğrafları ile doludur.

VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN

Anladım

Bunca zaman bana anlatmaya çalistigini, kendimi buldugumda anladim.
Herkesin mutlu olmak için baska bir yolu varmis,
Kendi yolumu cizdigimde anladim..

Bir tek yasanarak ogrenilirmis hayat, okuyarak,dinleyerek degil..
Bildiklerini bana neden anlatmadigini anladim..

Yureginde ask olmadan gecen her gun kayipmis,
Ask pesinden neden yalinayak kostugunu anladim..

Aci doruga ulastiginda gozyasi gelmezmis gözlerden,
Neden hiç aglamadigini anladim..

Aglayani guldurebilmek,aglayanla aglamaktan daha degerliymis,
Gözyasimi kahkahaya cevirdiginde anladim..

Bir insani herhangi biri kirabilir,ama bir tek en çok sevdigi, acitabilirmis,
Çok acittiginda anladim..

Fakat,hak edermis sevilen onun icin dokulen her damla gözyasini,
Gozyaslariyla birlikte sevincler terk ettiginde anladim..

Yalan söylememek degil, gerçegi gizlememekmis marifet,
Yüregini elime koydugunda anladim..

''Sana ihtiyacim var, gel! '' diyebilmekmis güçlü olmak,
Sana ''git'' dedigimde anladim..

Biri sana ''git'' dediginde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmis sevmek,
Git dediklerinde gittigimde anladim..

Sana sevgim simarik bir çocukmus,her düstügünde ziril ziril aglayan,
Büyüyüp bana simsiki sarildiginda anladim..

Ozür dilemek degil, ''affet beni'' diye haykirmak istemekmis pisman olmak,
Gerçekten pisman oldugumda anladim..

Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymis
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmis,
Yuregimde sevgi buldugumda anladim..

Olurcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermis bir gün affedilmeyi,
Beni af etmeni olurcesine istedigimde anladim..

Sevgi emekmis,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür birakacak kadar sevmekmis...

Daha bir çok şey anladım. Ama en önemlisi
Daha yolun çooook başında olduğumu anladım.

Can YÜCEL

CAN YUCEL